Röportaj: Emir Ersoy

Bugüne dek Türkiye’nin pek çok ünlü müzisyen ve şarkıcısıyla aynı sahneyi paylaşan ve latin müziğin ülkemizdeki sayılı temsilcilerinden biri olan Emir Ersoy, Calypso Kralı lakabıyla tanınan ve 70’li yıllarda fırtına gibi esen Metin Ersoy’dan devraldığı bayrağı büyük bir başarıyla taşıyor.  Türkiye’deki ilk Senfonik Salsa konserini veren, 2009 yılında “Cuban Portrait”, 2010 yılında da “10 Şarkı 10 Şarkıcı” albümlerini yayınlayan ve bugüne dek pek çok mekanda sergilediği latin-jazz çalışmalarını büyük keyif ve titizlikle sürdüren Emir Ersoy ile Moda Deniz Kulübü’ndeki performansı öncesinde TMC Müzik etiketiyle yayınladığı yepyeni albümü “Karnaval” üzerine sohbet ettik. İşte DikkatMüzik!’in Emir Ersoy röportajı! >>

– Müzik hayatınıza nasıl girdi? Müzikal çizginizi salsa-caz-latin bir tarzda kesinleştirmeye ve sürdürmeye nasıl karar verdiniz?
Evde doğduğumdan beri kulağıma çalınan bir latin rüzgarı vardı, babamdan dolayı. Caz ve latin ağırlıkta müziklerdi bunlar. Frank Sinatra’lar Mongo Santamira’lar filan..Seneler sonra piyanist Michel Camilo’yu keşfettim. Onu dinlemeye başladım ve çok sevdim, kendime de yakın buldum. Latin ile cazı karıştırmayı kafama ben bu piyanisti keşfettikten sonra koydum diyebilirim. Sonra biz İstanbul’da tanıştık, çok iyi de arkadaş olduk. Çok enteresan bir şekilde Grammy ödüllü birkaç müzisyeni daha tanıma fırsatım oldu. Horacio Hernandez, dünyanın en iyi davulcularından, Giovanni Hidalgo yine çok iyi bir perküsyoncu, hepsini tanımaktan ve yaptıkları müzikleri keşfetmekten çok mutlu oldum. CRR’de beraber konserler yaptık, birlikte çaldık. Bütün bunlardan sonra artık yolumu latin-caz üzerine çizmiştim zaten..

– 2009 tarihli Cuban Portrait’ten ve arkasından gelen ilk Türkçe sözlü albümünüz “10 Şarkı 10 Şarkıcı”dan bahseder misiniz? Bu albüm aynı zamanda Türkiye’de yapılan ilk salsa albümü olma özelliğini taşıyordu, proje nasıl ortaya çıktı?
Bizim halihazırda çalan latin bir grubumuz var, kalabalık bir ekip. Sahne üzerinde yerel İspanyolca Küba parçalarını alıp normal kendi dilinde çalıp yorumluyorduk. Kübalı bir grubu seyreder gibi bizi seyrediyordunuz yani. Sonra farkettim ki izleyici de bu şarkılara eşlik etmek istiyor , bize katılmak ve söylemek istiyorlar. Tabii dil engeli oluyordu haliyle. Biz de araya Türkçe parçalar serpiştirdik, onları latin yorumlar ile sunduk. Baktık ki ilgi görüyor, bir repertuar oluşturup albüme döktük.

– Projecto Cubano projenizin “Karnaval” albümü nasıl doğdu, ilk albümün devamı diyebilir miyiz? Albüm yorumcularıyla biraraya geliş sürecini biraz anlatır mısınız?
Evet, ilk albümün devamı diyebiliriz. Yine yorumlamaktan ve çalmaktan keyif aldığımız şarkıları seçtik, aranjmanlarımızı yaptık, şarkıcıları davet ettik ve sağolsunlar hepsi de seve seve projeye dahil oldular ve bu albüm ortaya çıktı. Biz önce şarkıları seçtik, sonra da şarkı sahipleriyle iletişime geçtik. Albümde 3 tane de yeni parça var, söz ve müzikler Timur Arat imzalı. İlk video klibimizi de Işın Karaca’nın yorumladığı “Anlatsam” adlı parçaya çektik, şarkının alt yapısında Latin dünyasında son yıllarda hakim olan Regeton diye bir ritm var. Ve bu ritimde bir şarkıyı da yumuşak bir ses ile söyleyemezsiniz, baya güçlü bir yorumcuya ihtiyacımız vardı ve Işın Karaca da çok iyi yorumladı bu şarkıyı.

– Özgü Namal nasıl bu projeye dahil oldu? Yorumculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence harika, yorumunu çok sevdim. Daha önce Suzan Kardeş’in bir albümünde de şarkı söylemiş ancak haberim yoktu bundan. Kendi oynadığı filmlerde de kendisi söylüyormuş şarkıları, bunu da bilmiyordum. Bir gün bir yemekte aynı masadayız, hep birlikteyiz. Kızkardeşim Tuğçe’yle aynı dizide oynuyordu Özgü, bir şarkı da Özgü söylesin dedi, ben dalga geçiyorlar sandım. Youtube’a bir girdim, sesine bayıldım. Sonra ben “Hele Bir Gel”i latin yaptım, o da bu şarkıyı çok seviyormuş ve büyük bir rahatlıkla, keyifle okudu. Bir de şarkıcılık iddiası olmadığı için farklı bir özgüveni ve rahatlığı var, kaprisi yok. Yorumu da başarılı, iyi ki bu projede yer almış diyorum, albümdeki en güzel yorumlardan biri oldu.

– Şarkılara nasıl karar verdiniz, şarkı sahiplerinden bir tepki ya da beğeni/görüş bildiren oldu mu?
Hepsi şarkılarını isteyerek verdiler, projeye inandılar. Şebnem Ferah “Sil Baştan”ı verdi, Ayça’ya okuttuk. Kenan Doğulu Amerika’daydı, dönüşte stüdyoya geldi ve büyük keyifle şarkısını okudu, muhteşem söyledi “Hiç Bana Sordun mu”yu. Deniz Seki yine bir konseri sonrasında bize vakit ayırdı stüdyoya geldi, Pinhani hiç düşünmeden “Hele Bir Gel”i verdi. Maskeli Balo bir Yunanca şarkıdan cover biliyorsunuz, söz yazarı Murathan Mungan’dan izin alıp koyduk albüme. Yalnız kartonette bir hata olmuş, ona olan teşekkürümüz çıkmamış. Kendisiyle konuştum ama buradan sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmek istiyorum bu şarkıyı projemize dahil ettiği için. Bütün şarkı sahipleri ve albümde yer alan herkes projeyi çok sevdi, şarkılarıni kullanmamızda hiç sorun çıkarmadılar. “Hiç Bana Sordun mu”nun İspanyolcasını solistimiz Aleixi ile beraber yazdık, yine Aleixi yorumladı. Kenan’a gönderdim şarkı bitince, benimkinden daha iyi olmuş dedi:)

– Albümün ilk videosu “Anlatsam”a çekildi, nasıl karar verdiniz çıkış şarkısına? Klibi ve bundan sonra klibi çekmeyi düşündüğünüz şarkıyı anlatır mısınız?
Evet önce Işın Karaca ile açtık klip defterini bu albümde,ritminden dolayı en iddialı şarkılarımızdan biri oldu çünkü. Bana kalsa en az 7-8 şarkı kliplenmeyi hakediyor bu albümden.

– Biyografinize baktığımızda pek çok isimle çalıştığınızı görüyoruz. Bir müzisyenin herkesle çalışamadığını biliyoruz. Her birinin çalışma şekli, tarzı ve uyumu farklı olmuyor mu, bu uyumu nasıl sağlıyorsunuz?

Ben zaten uyumlu bir insanımdır, çok uzun süredir piyasanın içinde olduğum için çok fazla isimle çalıştığım doğru. Hepsi de uzun süreli işlerdi. Albümde olanların dışında da birçok isimle uzun yıllar çalıştım.

– Türkiye’de orkestra kavramının değişimine nasıl bakıyorsunuz? 60’lı ve 70’li yıllardaki o dev orkestralar dönemlerinden bugün geldiğimiz nokta?

Aslında orkestralardan çok, Türkiye’de müziğe olan bakış açısındaki değişimi, müzikal yöne bakıştaki değişimi görmek lazım.En basitinden bir mekanı ele alalım,canlı müzik programı yapacak işletmeci. Mekanda herşey dört dörtlük, barlar masalar ultra lüks ama işletmecinin en son önem verdiği yer sahne. O sahne için ne doğru dürüst mikser ne de bir kolon alınıyor, ışık düzeni ve ses sistemi söz verildiği gibi çıkmaz,vs. Bunlar hep rastlanılan alışkanlıklar. İşte o işletmeci o sahneye ve müzisyene değer vermeyince çoğu şey baştan savma gidiyor. Oysa babamdan ve çocukluğumdan biliyorum ki 70’lerde gösterilen titizlik ve müzisyene verilen değer bambaşkaydı. Bir de eski orkestralarda trompet, saksafon, nefesli aletlerin çoğu olurdu. Şimdi davul, bas, klavye, bir tane de gitar, 4 kişilik orkestra bitti gitti oluyor, fazlasına gerek görülmüyor. Tabii artık pop müziğinin anlayışı da değişti, eskiden herşey akustik canlı çalınırdı, bütün düzenlemelerde nefeslileri, enstrüman seslerini duyar,hissederdiniz. Şimdi herşey bilgisayar ile oldu bittiye getiriliyor, sahneye orkestra götürmeseniz de oluyor çoğu mekan sahipleri için. Half-playback çok yapılıyor.

– Bu orkestra meselesi gerçekten kafa karıştırıcı, bu konuda benimle aynı düşünen müzik yazarı arkadaşlarım da olduğunu bildiğim için sormak istiyorum. Son yıllarda Enbe Orkestrası gibi bazı orkestraların, albümlerinde star isimlere şarkı söylettiklerini biliyoruz, albümü sattırmak adına kendilerince gayet haklı bir sebep. Fakat bu star isimlerin, şarkılarını bu orkestraların icra ettikleri performansla değil, kendi stüdyo ortamlarında kendi istedikleri şekilde kaydettikleri/hazırladıkları ve albümde öyle yer aldıkları çok konuşuluyor, hatta iddiaların da ötesinde albüm kartonetinde bu şarkıları bu orkestradan kimlerin icra ettiklerini de çoğu zaman öğrenemiyoruz. Bu size de tuhaf gelmiyor mu?
Katılıyorum, haklı bir serzeniş bu. Biz stüdyoya giriyoruz, herşeyi canlı çalıyoruz ve çıkıyoruz. Bizim “Bu trompetçi olmadı, hadi başkası olsun, bu basçı bugün yok onun yerine şu çalsın kim bilecek, aranjmanları şu aranjör yapsun” gibi bir anlayışımız hiç olmadı neyse ki. Gerçek bir orkestrada zaten kimin ne çaldığını, ne yaptığını bilirsiniz, kamuoyu böyle tanır sizi. Bahsettiğiniz grupların vardır herhalde bir bildiği diye düşünüyorum, eski orkestralar ile kıyaslayamıyorum bile.

– Metin Ersoy gibi adını Türk pop müzik tarihine altın harflerle kazımış bir müzisyenin oğlu olmak nasıl bir duygu ve sizi nasıl hissettiriyor?
Güzel bir duygu tabii ki. Ben kendimi bildim bileli sahne üzerindeydim zaten, babam beni provalarda sepetle sahnenin bir köşesine bırakırmış oyalanayım diye. Gözümü açtım açalı hep müziğin içindeydim yani, benim için büyük şans.

– Babanız nasıl değerlendiriyor popüler müziğin geldiği noktayı?
O da üzülüyor tabii işlerin artık dijitale dönmesine, DJ’lerin ve aranjörlerin sadece elektronik albümler yapıp gerçek müzisyenliklerini ortaya çıkarmamalarına anlam veremiyor ve üzülüyor.

– Müzik bloglarını takip ediyor musunuz? 
Müzik yazarlarını ya da müzik eleştirilerini sadece ilgililerin takip ettiğini düşünüyorum, bence bir köşe yazarı kadar takip edilmeleri gerekiyor. Çünkü yazılı basının yerini artık internet almaya başladı.

– Sosyal medyayla aranız nasıl?
Twitter’ı kullanıyorum (twitter.com/emirersoy), sosyal açıdan müzisyen-dinleyici arasında bir bağ kurduğuna da inanıyorum. Ancak bazen çok fazla gereksiz tweet yazanlar da oluyor, onlar pek ilgimi çekmiyor. İşi abartıp tuvalete gittiğini bile yazacak insanlar çıkarsa şaşırmam. Bir de çok kavga-gürültü sevmiyorum sanal alemde, öyle tartışmalardan uzak durmaya çalışıyorum. Twitter’da konserleri, etkinlikleri duyurmak, dinleyiciyle iletişimde olmak güzel bir duygu.

– Radyoların müzik piyasasını yönlendirmedeki başarısını nasıl buluyorsunuz?
Radyolar etkili bir mecraydı bir zamanlar, ama galiba artık o kadar etkili değil. Bugün kalıcı olan isimlere baktığımızda birçoğunun 90’ların başında TRT’nin ve ilk özel kanalların günlerinden kaldığını görürüz, müzisyenliği gerçekten iyi olanlar medya sayesinde epey isim yaptılar, toplum da onları kucakladı. Ama sonra kanalların sayısı arttıkça, herkes reyting peşinde koşunca işin kalitesine bakmadan çok fazla isim çıktı piyasaya ve hala çıkmaya devam ediyor. Ama kalıcı olanlar 90’ların başına göre sayıca çok az. Radyolar da galiba pek riske girme, yeni birini patlatma derdinde değiller. Hangi şarkının klibi dönüyorsa, radyoda da onu duyuyoruz. Müzikler de çok ayrıştı, kategoriler fazlalaştı. Mesela ben bazen zorlanıyorum radyo ve tv’lerle olan diyaloğumda, çünkü Türkiye’de benim müziğimin kategorisi yok deniyor. D&R’da albümüm Türk Pop & Rock kategorisinde satılıyor, çünkü Latin kategorisinde başka Türkçe albüm yok.

– Bir bakıma alternatifiniz de yok aslında, bu iyi birşey değil mi?
Tek olmak tabii ki sevindirici ama nereye kadar? Alternatifler olmalı, ama alternatif olabilmesi için en az sizin gibi bir müzikalitede olması lazım, yoksa rakibiniz bile sayılmaz. Türkçe müzik de hep “pop” üzerinden yürümeli diye birşey olmamalı bence. Rock da olmalı, türkü de olmalı, latin de olmalı, caz da olmalı, bu kadar zengin topraklarda aynı altyapılı yalnızca “pop”a hizmet eden ürünlerin ortaya çıkmasını anlamıyorum. Herkes bir kulvarın içinde aynı, bildik kalıplarla koşturuyor. Farklı birşey yok.

-DikkatMüzik! adına bu keyifli sohbet için teşekkür ederiz!
Ben teşekkür ederim, tüm müzikseverlere sevgiler..

Emir Ersoy’dan “Karnaval Tadında Albüm” >>

Röportaj: Olcay Tanberken (DikkatMüzik!)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s